Dr. Fethullah Bayraktar
(Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Uluslararası Hukuk Uzmanı)
22 Mart 2013 Cuma günü akşam haberleri tüm dünyada flaş bir haber olarak İsrail’in Mavi Marmara olayından dolayı Türkiye’den özür dilediğini manşete çekti. ABD Başkanı Obama’nın İsrail ziyaretinin son anlarında, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Türkiye Başbakanı Erdoğan’ı aradıkları ve bu üçlü telekonferansta İsrail’in Mavi Marmara olaylarından ötürü Türkiye’nin talebi olan özür, tazminat ve Gazze ablukasının kaldırılması konularında gereğinin yapılacağını bildirdiği, Başbakan Erdoğan’ın ise Türk halkı adına bu özrü kabul ettiği açıklandı. Türk kamuoyuna bomba gibi düşen bu gelişmede özür dilenmesine ve iki ülkenin üç yıla yakın süredir minimuma indirilmiş ilişkilerinin yeniden kurulmasına atfen yapılan değerlendirmeler, aslında gözden uzaklaştırılmak istenen arka planına ve bu gelişmenin literatüre yaptığı katkıya bir halel getirmemesi gerekir.
İlk olarak altının çizilmesi gereken mesele, İsrail’in Türk devletinden değil de Türk halkından özür dilemesi olmalıdır. Uluslararası ilişkilerde çıkan devletler arası bir ihtilaf mevzu bahis olduğunda tarziye talep edilen ve yöneltilmesi gereken ana ve tek unsur devletin manevi şahsiyetidir. İsrail’in Türk devletinden değil de Türk halkından özür dilemesi, ilk olarak dilenen özrün niteliğini düşürmeye yönelik bir tutumdur. Bununla birlikte, asıl böylesi bir tercihin ortaya çıkmasındaki sebep, özür dilenen konu noktasındaki tercihlerdir. Zaten Türk halkından özür dilenmesinden gaye de özür konusunda yatmaktadır.
Kamuoyuna takdim itibariyle, yoğun PR çalışmaları ile de desteklenen algılatma modeli, İsrail’in Türkiye’den özür dilediği şeklinde olduğu için, vitrin itibariyle Türkiye’nin taleplerini karşılayacak, hem iç kamuoyunda ve hem de uluslararası arenada üç yıla yakın ısrarlı tutumlarına halel getirmeyecek bir çözüm olduğu açıktır. Ancak, daha önceleri talep edilen özrün hem kapsamı ve hem de konusu ile de uzaktan yakından ilintili olmadığının da altını çizmek gerekir.
Mavi Marmara gemisine İsrail komandoları tarafından 31 Mayıs 2010 tarihinde yapılan operasyon uluslararası sularda gerçekleşmişti. İsrail kıyılarından 75 mil açıklarda hareket eden ve Gazze ablukasını kırmak ve oradaki insanlara insani yardım malzemesi götürmek üzere yola çıkan, onlarca farklı ulustan yolcu barındıran bu gemiye sabahın erken saatlerinde İsrail komandoları tarafından operasyon düzenlenmiş ve 9 Türk öldürülmüştü.
Uluslararası sularda “bayrak kanunu” uygulanır. Açık denizde seyreden bir gemi için bayrak devletinin yasaları uygulanır; kaptan açık denizde devlet adına yetkiler kullanır ve ilke olarak öteki devletler bu gemilere müdahale edemezler. Açık denizlerde bir gemiye müdahale yapılması, eğer bir sıcak takip olayından bahsetmiyorsak, ancak dört hal ile sınırlandırılmıştır. Bunlar; deniz haydutluğu, köle ticareti, uyuşturucu kaçakçılığı şüphesi ve izinsiz yayın halleri ile sınırlandırılmıştır. Bu gibi durumların varlığına ilişkin şüphe olduğu takdirde, bayrak devleti haricindeki devletlerinde müdahale imkânı olduğu uluslararası hukuk tarafından kabul edilen bir durumdur.
31 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşen olay tartışmasız bir şekilde uluslararası sularda cereyan etmiş ve bahsi geçen dört durumla ilişkisi olmadığı yine İsrail tarafından bildirilmişti. Olay sonrası müdahaleyi savunan İsrail, terörle bağlantılı bir grubun provokasyon amacıyla gerçekleştirdiği bir eylem olması nedeniyle, kendi güvenliğini sağlama adına bir operasyon düzenlendiğini ve meşru müdafaa kapsamında gerçekleşen olaylar neticesi ölümler olduğunu bildirmişti. Yine İsrail, benzeri bir girişimi kendi güvenliğine yöneltilmiş bir tehdit olarak, açık denizlerde dahi olsa engelleme imkânı bulunduğunu savunmaktan geri kalmamıştı. Olaydan hemen sonra İsrail, ölüm hadiselerinin gerçekleşmesinden dolayı üzüntülerini bildirmeyi ve tazminat ödemeyi de teklif etmişti. Ancak, yapılan operasyonun uluslararası hukuka aykırı olduğu iddiasını ısrarla reddetmiş ve Türkiye’nin “korsanlık” olarak değerlendirdiği bu durumun, terörle mücadele noktasında gerekirse uluslararası sularda terör şüphesi barındıran gemilere operasyon düzenleme hakkının bulunduğunun da altını çizmişti.
Geçen üç yıla yakın süre itibariyle de her iki ülke tutundukları tavrı değiştirme yönünde bir eğilim göstermemişlerdi. İsrail, gerçekleşen müdahalenin meşru müdafaa kapsamında değerlendirerek uluslararası hukuka uygun olduğunu, fakat ölümlerin gerçekleşmesinden ötürü üzüntü beyanında bulunmayı ve tazminat ödemeyi yeterli addetmiş, Türkiye ise, müdahalenin baştan sona uluslararası hukuka aykırı olduğunu, uluslararası sularda bir yabancı gemiye yapılan müdahalenin hukuksuz olduğu, yine bu müdahale neticesi ölenlerin bulunduğundan bahisle, Türkiye ve uluslararası kamuoyundan özür dilenmesi gerektiğini, ölen insanların yakınlarına tazminat ödenmesini ve Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması gerektiğini ısrarla savunagelmişlerdir.
Bu sebeple, 22 Mart 2013 tarihinde İsrail’in Türk halkından “operasyonel hatalar” sebebiyle özür dilemesi ve tazminat ödemeyi kabul etmesi, aslında bir piyon feda ederek karşı tarafın vezirini alması gibi, karşılıklı verilen tavizler ve geri adımlar atmalar olarak her iki kamuoyunun da tatmin edileceği ama kazananın İsrail olduğu bir neticeyi meydana getirmiştir. Uluslararası ilişkiler bazında İsrail’in Ortadoğu’daki yalnızlığı giderilmiş, bunun karşılığında kendi iç meselelerini çözüm aşamasında negatif etkide bulunabilecek bir dış aktörü devre dışı bırakmıştır. İsrail güvenliği için gerekli gördüğü operasyonları yapma hakkı bulunduğunu Türkiye’ye kabul ettirmiş, Türkiye ise tarihinde özür dileme geleneği bulunmayan bir ülkeden, zamana yayılmış baskı neticesi özür diletmiştir. Netice itibariyle “win-win” politikası iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştirme adına devreye sokulmuş, iki ülkede geri adım atmışlar ama belli kazanımlar elde etmişler ve kendi kamuoylarına anlatabilecekleri bir başarı öyküsü ortaya koyabilmişlerdir.
Belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin başından beri ısrarla altını çizdiği, açık denizde yabancı bir gemiye yapılan müdahalenin hukuksuzluğu ilkesi, İsrail’in “operasyonel nedenlerle” “halktan” özür dilemesi ile Türkiye açısından zedelenmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin girişimleri neticesi oluşturulan ve başkanlığını Yeni Zelanda eski Başbakanı Geoffrey Palmer’in yürüttüğü Komisyonun 2011 yılı Eylül ayında yayınlanan raporuna Türkiye’nin dönemi itibariyle en üst perdeden yaptıkları itirazlar, ki cumhurbaşkanı seviyesinde “bizim için yok hükmündedir” ve başbakan nezdinde de “Bu raporun hiç bir önemi yok, bu rapor onu yazanların ayıbıdır” şeklinde eleştiriler yöneltildi, 2013 tarihi itibariyle kısmi olarak rafa kaldırılıp, bu rapor gereğince hareket edildiğini söylemeliyiz. Palmer raporu özetle gerçekleşen operasyona ilişkin şu tespitlerde bulunmaktadır: “İsrail askerleri Mavi Marmara’daki bir grup yolcu tarafından organize edilmiş şiddetli bir direnişle karşılaşınca kendilerini savunmak için güç uygulama yoluna gittiler. İsrail’in gemiye indirme yapmadan önceki son uyarısı olaydan 2 saat önce gerçekleşti. Son uyarı olmadan Mavi Marmara’ya yapılan müdahale aşırı ve mantık dışıydı. Şiddet içermeyen bir takım önlemler uygulanabilirdi. Operasyonda meydana gelen ölümler ve yaralamalar kabul edilemez. İsrail hükümeti dokuz kişinin ölümüyle ve özellikle bu ölümlerin yakın mesafeden ve arkadan defalarca kez ateş edilmesiyle gerçekleşmiş olmasıyla ilgili tatmin edici bir açıklama yapma konusunda başarısız olmuştur. Operasyon mağdurlarına uygun dille üzüntü ifade edilmelidir. Ayrıca iki ülkenin uzlaşacağı bir tazminat da ödenmelidir”. Görüldüğü üzere, Palmer raporu yapılan operasyonu meşru müdafaa içerisinde kabul ederken, gerçekleşen operasyonda orantısız kuvvet kullanımı sebebiyle üzüntü bildirilmesi ve tazminat ödenmesi sonucuna ulaşmıştır. 22 Mart 2013 itibariyle gerçekleşen ise yapılan operasyonun meşruiyetinin tartışıldığı bir özür değil, “operasyonel hatalar” yani orantısız müdahaleler nedeniyle gerçekleşen, hukuksuz bir eylem olmadığından bahisle de “hükümetten” değil de “halktan” dilenen özür olarak karşımıza çıkmaktadır. Palmer raporunun aksine İsrail’in attığı geri adım “üzüntü” bildirmek yerine “özür” dilemek olarak gerçekleşirken, Türkiye bakımından ise yapılan açık denizdeki bu operasyonun meşruiyeti tartışmasının üstünü örtmek olarak söylenebilir.
31 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşen Mavi Marmara hadisesinden hatırda kalacak olan ve uluslararası hukuk doktrini tarafından atıfta bulunulacak olan, iki ülkenin zımni olarak kabul ettiği bir vaka olarak, uluslararası sularda terör şüphesi olan bir gemiye bayrak ülkesinde dışında müdahale etme imkânını tanıyan bir locus classicus sıfatıdır.